Bugun...


Şaban KUMCU

facebook-paylas
Belki hala o besteler çalınır, Gemiler geçmeyen bir ummanda…
Tarih: 19-03-2022 11:38:00 Güncelleme: 19-03-2022 11:38:00


Yahya Kemal;Annem bana: Oğlum, dünyada iki insanı sev; Peygamber Efendimizi bir de Sultan Murad Efendimizi derdi. Bir gün beni, öperken, “inşallah şehit olursun”, demiş ve ağlamıştı.” Benim dini ve milli terbiyem özerinde etkili olan annemdir. Annem çok dindar bir kadındı. Muhammediye okur, bana Kur’an öğretirdi. Muhammediye’den bizzat Yazıcızade Mehmet Efendi’nin yakıcı bir makamla söylediğini zannettiğim bir ilahiyi çok severdim.

                                               Eğer Rum’un revanında görürsem ben dilarayı,

                                               Revanına revan idem Semerkand’u Buhara’yı.

                Annemin sesiyle birlikte bu ilahi bende hem hazin hem ruhani duygular uyandırırdı. Annem Yazıcızade’yi sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz başörtüsüyle elindeki kitaba imanla eğilişini hala hatırlarım. Çok yerlerini anlamadığım halde, annemin yüksek sesle okuyuşundan dinlediğim Muhammediye’nin mısraları bana, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve bütün memleketimizin dünya ahiret macerası, bizim öz maceramız gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızade’nin Türklükle İslamlığı yoğuran milli-İslami harsını (kültürünü) benliğimde hissetmeye başlamıştım. Çocukluğumu içime dolan bu seslerle yaşadım. Minarelerden ezan başladığı zaman, evimizde ruhani bir sessizlik olurdu. Bütün Üsküp’ü de bir mabet sükûnu kaplar, annemin dudakları İsm-i Celal’le kımıldardı.”

                                               Üsküp ki Yıldırım Beyazıt Han diyarıdır,

                                                Evlad-ı Fatihan’a onun yadigarıdır,

                                               ………………..

                                               Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın,

                                               Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın,

                                               …………………

                                               Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,

                                               Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.

                                               …………………

                                               Vaktiyle öz vatanda bizimken bugün niçin,

                                               Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için,

                                               …………………

                                               Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene

                                               Biz sende olmasak bile sen bizdesin yine…

                Balkan şehirlerinden birinde doğan ve hezimetin sarsıntılarını daha yakından hisseden bu serhat çocuğu, kahramanlık hikayelerini dinleye dinleye büyümüştür. Macerası asırları dolduran imparatorluğun yıkılışından son derece muzdariptir. Bir daha geri gelmeyecek olanın yaşattığı büyük ümitsizliği, eski şanlı günlerini hatırlamak suretiyle telafiye çalışır. Mehlika Sultan’a aşık yedi genç, kuyunun içinde gördükleriyle hayal alemine dalar ve kaybolurlar. Yahya Kemal’in kuyusunda hatıraları ve hayalleri vardır. Hayaller gerçekleri aşmanın bir başka şeklidir. Büyük muzdaripler, büyük hülyalar kurarlar…

                “Annemi kaybedince, Üsküp ve Selanik’ten sonra, İstanbul’a gönderildim ve liseyi orada bitirmeme karar verildi. 1902 kışını Sarıyer’de annemin akrabalarından olan İbrahim Bey’in köşkünde geçirdim. İstanbul’un en tanınmış musikişinaslarından Kanuni Hacı Arif Bey’in idaresindeki fasıl heyetini orada dinledim.”  Yahya Kemal’in, musikiye olan sevgisi böyle başlar.

                                              Çok insan anlayamaz eski musikimizden,

                                               Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.

                Yahya Kemal, 1903-1912 arası, yaklaşık dokuz yıl Paris’te yaşar. 1914-1918 Birinci Cihan Harbi’nden önceki Paris, bir kültür ve sanat şehridir. Şiire gözlerini burada açar. Saint Michel Bulvarı’nın kahvelerinde, sanatkarlarla tanışır. Birinci sembolizm devresi etkisini kaybetmiş, ikinci sembolizm akımı Phalange Dergisi’yle başlamıştır. Mallarme’nin şiirinin diriliş devresine girdiği bir dönemdir. Daha önceleri şiirin yalnız kelimelerle düzenlenen bir sanat olduğu iddiası ileri sürülürken, şiir musikidir görüşü de bu dergide kabul görmeye başlar. Sembolist, Parnasyen ve Romantik şiirin üstadlarını dinler ve etkilenir. Bütün bu şiir akımlarını Türkçe’de nasıl söyleyeceği üzerine kafa yorar. Şiir önce herkese hitap etsin, temiz olmayan unsurlardan arınsın, sentetik olsun, bütünlük taşısın, ritmi dil haline getiren her mısra diğerlerini tamamlasın diye düşünür. Paris’e ait yer ve şahıs isimlerini yazdığı, bilgi ve tema özellikleriyle dolu, gerçekten yaşanmış günlerin “haz ve his” ağırlığı olan, bu şiiri yazar. 

                                              Eski Paris’te bir ömür geçti;                              

                                              Jourés’in gür sedası devrinde                                            

                                               Tuncu canlandıran devdi Rodin,                       

                                                Verlaine absent’i Baudelaire afyonuna,          

                                               Karışan bir sihirli hazdı şiir.                                

                                                Ayılıp hoş geçen bir rüyadan,                            

                                               Uğradık bin dokuz yüz on dörde,                      

                                                İlk ateşlerde can verince Peguy,                        

                                                Varmışız eski alemin sonuna,                             

                                               Yaşamış olmayan bilir mi bunu?                        

                                               Eski Paris’te bir ömür geçti,

                                                İdeal rüzgarıyla hür geçti.

                                               Başka yıldızda bir hayat imiş o,

                                                Yaşamak zevki her saatte esen,

                                                Daima ışıklı bir geceydi zaman.

                                               Dinleyen söyleyen kadar arif.

                                               Seyreden oynayan kadar hassas,

                                               Chat-Noır neş’esiyle L’une Rousse’da,

                                                O devir gölgeler Tiyatrosu’nun,

                                               Kararan perdesinde bitti gibi.

                                                Başka yıldızda bir hayat imiş o.

                                                His ve haz yüklü kâinat imiş o

                Paris’te genç bir şairken, şiir dilinde neler yapmak istediğini şöyle sıralar; “Şiirde yaşayan Türkçeye girmemiş Arapça, Farsça, Frenkçe kelimeleri kullanmamak; bu dillerde yaşayan Türkçeye girmiş kelimeleri, Türklerin verdiği ses ve mana içinde Türkçe kabul etmek; Türk milletinin cümleye verdiği mimariye kesinlikle sadık kalmak ve “Tatlısu Türkçesinin”, Servet-i Funun şiirinin etkisini kaldırmak…

                “Şair Heredia’yı severken Yunan ve Latin şiirlerinin zevkini almıştım. Bu sebeple, öteden beri, aradığım yeni Türkçenin yanına yaklaştığımın farkına vardım. Sofokles’in Yunancası, Tacit’in Latincesi gibi saf bir Türkçe arıyordum. İşte söylediğimiz Türkçe eski Yunan ve Latin şiirlerindeki beyaz dil gibi bir şeydi. Estetikte bilhassa dil estetiğinde dilimizi, süslü boyalı Farisi estetiği ve güzelliklerinden kurtarıp, sade, süssüz beyaz dile dönmeliydim. Nitekim Türk mimarisi de böyledir. Mimarimizdeki asillik ve sadelik gibi süsten, boyalı cümleden, çıplak sağlam cümleye geçmeliydik.”

                Milli tarihimize yürekten bağlanması ve millet sevdası burada başlar. Türklüğünü, İslamlığını, İstanbul, vatan, millet, tarih sevgisini bütün güzelliğiyle Paris’te bulur. İstanbul’dan buraya gelirken, bir büyük sevgiyle, bu düşüncelere bağlanacağını tahmin edemez. Paris’te (Ecole Libre des Sciences Politiques) Siyasi İlimler Serbest Okulu’nda büyük tarihçi Albert Sorel’in talebesi olur. “Bütün öğrenciler gibi ben de Sorel’e hayrandım. O, bize; tarih ve coğrafyada Fransızlığı arama usullerini öğretti. Ben de bu metodu kullanıp, tarih ve coğrafya içinde Türklüğü arama yollarını öğrendim,” diyecektir.

                 “Paris’e geldiğim yıllarda talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim azınlıklar, Rumlar, Bulgarlar büyük toplantılar tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler de Abdülhamid Han’ı yıkmakla meşguldüler. Bundan Türk milletinin haberi bile yoktu. Bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdülhamid değil başka bir şeydi. Bunlar Türk milletini yıkmak istiyorlardı. “Demek Türk milleti diye bir şey var” dedim. Bu nasıl bir millettir, mazisi tarihi nedir? ...Bunları öğrenmek için tarih kitapları karıştırmaya başladım. İşte o sırada Camille Julian’ın bir cümlesi imdadıma yetişti. “Bin sene içinde, Fransız toprağı Fransız milletini meydana getirdi.” O zaman toprağın (vatanın), milliyetin mühim bir unsuru olduğunu anladım. O halde bizi de meydana getiren Anadolu ve Rumeli toprağı olmalıydı. Tarih kitaplarını karıştırdıkça anladım ki milli tarihimizin başlangıcı 1071 Malazgirt savaşıdır.”

                Yıllar sonra, Yahya Kemal’in İstanbul Üniversitesi’nde hocalığı sırasında öğrencileri; -Efendim milliyeti ve sanatı; vatan ve tarih içinde aramak fikri, sizde hangi sebeplerle doğdu? Diye sorarlar; “Paris Siyasi İlimler Serbest Mektebi’nde Hocam Albert Sorel’ in etkisiyle düşünmeye başladım. Türkiye’nin toprağı, bizim milletimizi, 1071, Malazgirt’ten sonraki bin senede, meydana getirmemiş miydi?” Sorel, bana bir gün baktı, gülerek dedi ki: “Biliyor musun henüz iki şey tamamıyla keşfedilmiş değildir? Coğrafyada kutuplar ve tarihte Türk…”  “Bu söz üzerine ben de tarih, vatan ve din içinde teşekkül eden Türklüğü aradım…” Ünlü Fransız mimar ve tarihçi Prof. Albert Gabriel, Yahya Kemal’in ölümü üzerine Prof. Reşat Berger’e yazdığı bir mektupta şöyle der; …Yahya Kemal’i dinlerken: “Tarih tam bir dirilme olmalıdır,” diyen Michelet’nin düşüncesini daha iyi anlıyordum. “Hayal Beste” şiirinde; tarihle kendi şiirleri arasındaki sıkı bağı ve sanatın her koluna tarihimizi aksettirememiş olmanın milli kültürde bıraktığı derin boşluğu anlatır.

                                               Roma’nın şarkını fethettiğin andan sonra,

                                               Yüce dağlar gibidir gördüğün iş Türk oğlu!

                                               ……………….

                                               İri firuzeye benzer nice gök kubbeyle,

                                               Dehre aksettiriyor gerçi büyük mimari,

                                               Bu eserler seni göstermeye kâfi diyemem.

                                               ………………..

                                               Gönlüm isterdi ki mazini dirilten sanat,

                                               Sana tarihini her lahza hayal ettirsin.

                 Yahya Kemal şiiri şöyle tarif eder. “Şiir kalpten gelen bir olayın dil halinde ortaya çıkışıdır. Yoksa düşündüklerimizi ölçüyle ve dille ifade edişimiz dil değildir… Benim için mısra üzerinde günlerce, haftalarca durmak mecburiyeti doğmuştur.” “Mısra benim namusumdur” diyen Yahya Kemal “Yol Düşünceleri” şiirinde bütün sevgilerini öz-şiir halinde terennüm eder.

                                               Eğer mezarda şafak sökmeyen o zindanda,

                                               Ceset çürür ve tahayyül kalırsa insanda,

                                               Cihan vatandan ibarettir itikadımca,

                                               Budur ölümde benim çerçevem muradımca.

                                               …………….

                                               İçimde dalgalı Tekbir’i en güzel dinin,

                                               Zaman zaman da Nevra-Kar’ı doğsun İtri’nin.

                                               Ölüm, yabancı bir alemde bir geceyse bile,

                                               Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle.

                “Öncelikle halkın anlayacağı dille, Türk’ün hançeresine uygun kelimelerden ve bir ahenkle şiir meydana getirilmelidir. Böylece İstanbul Türkçesinin bütün özelliklerini şiire yansıtmış oluruz. Şiirde nefes ve ses iki esaslı unsurdur. Mısraının ayakları yerden kopmaz, uçmaz ve kulağı bir ses gibi doldurmazsa şiir değildir.”

                                                Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin;

                                                Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;

                                                Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin,

                                                Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde.

                “Evde sokakta konuşulan Türkçe, klasik kültür Türkçesi…Terbiye görmüş fakat sanatı ve estetiği ön plana almayan İstanbulluyu düşündüm. Bunlar sokakta, evde ne konuşuyorlarsa onu dikkate aldım. Barbarizmi, halkın anlamayacağı ilkel uydurma kelimeleri kısaca; sadece elit kesimlerin anlayacağı sözleri almadım. Şiirde kelimeye Türk’ün Arapçaya ve Farsçaya verdiği tonu ve manayı verdim. Türk’ün Türkçeleştirdiği kelimeleri kullandım. “

                Yahya Kemal’in, hayran olduğu bir sanatkâr da Buhurizade Itri Efendidir

                                               Büyük Itri’ye eskiler derler,

                                               Bizim öz musikimizin piri

                                               ……………

                                               Musikisinde bir taraftan din,

                                               Bir taraftan bütün hayat akmış,

                                               Her taraftan Boğaz, o şehrayin,

                                               Mavi Tunca’yla gür Fırat akmış,

                                               Nice seslerle gök ve yerlerimiz,

                                               Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,

                                               Bize benzer o kâinat akmış…

                “İstanbul Türkçesi bahsine gelince; bu şehrin Türkçesi, İstanbul efendileriyle, İstanbul hanımlarının konuşmaları benim taşrada yetişmiş kulağıma, birdenbire çok derin bir musiki gibi geldi. Türkçenin bütün vatanda işlendikten sonra İstanbul’da niçin bu derece cazip bir dil seviyesine yükseldiğini anlamaya başladım. İstanbul Türkçesinin meydana getiren unsurlar İstanbul’un oluşumu esnasında bir araya gelen unsurlar gibiydi. Vatanın her tarafından ve tarihin her asrından gelip İstanbul’da birleşmişlerdir. İstanbul konuşması kitabi bir dilin kelimelerini çoktan değiştirmiş ve kendi zevkine göre Türkçeleştirmiştir. Cetlerimiz ecnebilerden bir kelimeyi aldıklarında, ona nasıl bir şekil verirlerdi. Bunun için fethettikleri yerlerde değiştirdikleri şehir isimlerine bakınız. Türk zevkinin ayarını derhal anlarsınız. Cetlerimizin dilinde kalın Rumca isimler nasıl incelmiş bakınız. Aya Nikola “İnegöl”, Adriyanapolis “Edirne”, Karpatos “Kerpe” olmuş.

                Namık Kemal’in “Vatan” fikrini uyandırması, ona kalbimizde bir yer açtığı gibi; keşke bir başka Türk şairi de çıkıp “dil” fikrinin kutsiliğini bize öğretse ve milli şuuru uyandırabilseydi. Bizi ezelden ebede kadar bir millet halinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe’dir.  Bu bağ, öyle sağlam bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz. Sınırları aşar ve yine bizi birbirimize bağlar. Vatanın kendisi gövde, ruhu Türkçe’dir.  Gezilerimde, bir hakikat keşfettim; bu devletin iki manevi temeli vardır. Fatih’in Ayasofya minarelerinde okuttuğu ezan ki hala okunuyor, Selim’in Hırka-ı Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hala okunuyor.” Yahya Kemal’in büyük bir sevgiyle hatırlanmasının üç temel sebebi vardır. 1) Kelimenin tam anlamıyla şairdir. 2) Şirinin yapısı ve özü, bütün unsurlarıyla milliyetimizdir. 3) Yüce İslam dinimiz, onda en sağlam alt yapıyı oluşturmaktadır. Mesela bir “Ezan-ı Muhammed’i” şiiri iman ölçüsünde güzeldir.”

                                               Emr-i Bülend’sin ey ezan-ı Muhammedi,

                                               Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedi,

                                               Sultan Selim-i Evvel-i ram eylemeyip ecel,

                                               Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedi,

                                               Gök nura gark olur, nice yüz bin minareden,

                                               Şehbal açınca ruh-ı revan-ı Muhammedi.

                Yahya Kemal Beyatlı, 1884’te Üsküp’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini, Üsküp, Selanik ve İstanbul’da yaptı. 1903’te Paris’e giderek Siyasal Bilgiler Serbest Okulu’na devam etti. 1912’de İstanbul’a döndü, liselerde edebiyat ve tarih öğretmenliği yapmaya başladı. 1918’den sonra denemeleri yayınlanmaya başladı.  İstanbul Üniversitesi’nde Medeniyet Tarihi, Batı Edebiyatı ve Türk Edebiyatı dersleri okuttu. 1922’de Ankara’ya giderek Millî Mücadeleye katıldı. 1923’te Lozan Barış Konferansı’na müşavir olarak gönderildi. Aynı yıl milletvekilliğine, 1926’da Varşova, 1929’da Madrid elçiliklerine tayin edildi. 1934-1942 yıllarında, tekrar milletvekilliği yaptı. 1948’de Karaçi elçisi oldu. 1949’da elçilikten ayrılıp İstanbul’a döndü. 1958 yılında İstanbul’da vefat etti. İstanbul şairi Yahya Kemal; İstanbul’da en çok Üsküdar’ı sever, Üsküdar için pek çok şiir yazmıştır.

                                               Üsküdar bir ulu rüyayı görenler şehri!

                                               Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri,

                                               Hepsi der: Hangi şehir görmüş onun gördüğünü,

                                               Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü?

                Atik Valde’den İnen Sokakta şiirinde; Ramazan maneviyatını Üsküdar halkıyla beraber yaşar.

                                               İftardan önce gittim Atik-Valde semtine                

                                               Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,         

                                               Sessizdiler. Fakat Ramazan maneviyyatı, 

                                               Bir tatlı intizara çevirmiş sükûneti.                         

                                               Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,                  

                                               Sessizce çarşıdan dönüyor birer birer;                

                                               Bakkalda bekleşen fıkara kızcağızları,

                                              Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı,

                                               Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün,

                                               Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün.

                                               Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri,

                                               Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri,

                                               Yarab nasıl ferahlı bu alem, nasıl temiz!

                İstanbul’un bu çeşitliliğinden, rengarenk görünüşlerin ruhumuza sunduğu zenginlikler,

“Koca- Mustafapaşa” şiirinde de vardır.

                                               Koca Mustafapaşa, ücra ve fakir İstanbul.

                                               Ta Fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul.

                                               Hüznü zevk edinenler, yaşıyorlar burada,

                                               Kaldım onlarla bütün gün, bu güzel rüyada.

                                               Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz,

                                               Ki biziz hem görülen hem duyulan yalnız biz.

                                               Manevi çerçeve, beş yüz senedir hep berrak;

                                               Yaşayanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.

                                               ………………

                                               Ahiret öyle yakın, seyredilen manzarada,

                                               O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada,

                                               Geçer insan bir adım atsa, birinden birine,

                                               Kavuşur karşıda, kaybettiği sevdiğine.

                                               ………………

                                               Şu fetih vakası yarab! Ne büyük mucizedir!

                                               Her tecellisini nakletmek uzundur bir bir,

                                               ……………….

                                               Ne ledünni gecedir! Ta ağaran vakte kadar,

                                               Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın ruhu yanar.

                                               Ne saadet! Bu taraflarda her ülfetten uzak,

                                               Vatanın fatihi cedlerle beraber yaşamak!...

                 Yahya Kemal’in, insan kahramanları, şehir kahramanları, tarih kahramanları, sanat kahramanları, masal kahramanları ve gönül kahramanları vardır. Bu kahramanlardan bazılarını geçmişte, bazılarını da gelecekte arar.

                                               Çık tayy-ı zaman et, açılır her perde,

                                               Bir ömr geçir istediğin her yerde.

                                               Ben hicret edip zamanımızdan yaşadım,

                                               İstanbul’u fethettiğimiz günlerde.

                Yavuz Sultan Selim, Fatih, Gedik Ahmet Paşa, Alparslan, Kanuni, Gazi Mustafa Kemal Paşa gibi tarihi kahramanlarımızı “cihangir” sıfatıyla över. Hatta bestekarımız “büyük İtri’yi, “şafak vaktinin cihangiri” (Tekbirleriyle şafak vaktini titreten) diye nitelendirir. Zaferlerimizle, cihangirlerimizle övünür. Ecdadın İslam’ı birleştiren gazalarını sıralar. “Ta Budin’den, Irak’a, Mısır’a kadar”, ülkemizi “fetih hilalleriyle” aydınlatıp, “nice yüz bin minarede” ezanlar okutur. Açık Deniz, Selimname, Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Mohaç Türküsü ve Akıncılar şiirlerinde bu milli ihtirasını terennüm eder.

                                               Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,

                                               Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.

                                               Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi “ilerle!”

                                               Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle.

                Kosova, Mercidabık, İstanbul, Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar ovalarını dolduran askerlerimiz, şehitlerimiz, gazilerimiz ve kumandanlarımız için de Şehname’nin en derini olan, Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirini yazar.

                                               ………………

                                               Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri,

                                               Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir’i,

                                               Ne kadar saf idi siması bu mü’min neferin!

                                               Kimdi? Banisi mi, mimarı mı, ulvi eserin?

                                               Ta Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu,

                                               Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,

                                               Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,

                                               Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli.

                Baki, Kanuni Sultan Süleyman için ihtişamlı bir mersiye yazmıştır. Yavuz Sultan Selim’in Şehnamesiz kalmasına Yahya Kemal’in gönlü razı olmaz, Selimname’yi yazar. Yavuz’u Türklüğün timsali olarak görür. “Rıhlet 1520” adıyla Yavuz Sultan Selim’in göçüşünü anlattığı şiirin son bölümünde, O’nun Peygamberimizin huzuruna çıkışını bayrakları ve zaferleriyle cennete gidişini tasvir eder.

                                               Bir gün çalındı nevbet-i takdir rıhlete,

                                               Ukbada yol göründü Huda’dan bu davete.

                                               ……………….

                                               Didar-ı Fahr-ı Alemi görmekti gayesi,

                                               Gark-ı huşu ile çıktı huzuru Risalet’e,

                                               Alnından öptü fahr ederek Fahr-ı Kâinat

                                               Takdir sundu sarfedilen bunca himmete.

                Yahya Kemal, milli ruhun kaybolmaya yüz tutuğu bir devirde, şiir vasıtasıyla, onu bir daha hiç ölmeyecek bir şekilde diriltti. Bugün geçmiş asırlarımızın en güzel tarafı, onun mısraları sayesinde hatıralarımızda yaşıyor. Türk dili durdukça, nesillerin Yahya Kemal’le sohbeti devam edecektir. Yunus gibi şiirlerinin hiç unutulmayacağı, daha yaşarken anlaşılmış, bilinmiş bir şairdir. Şairliğiyle beraber seçkin, hükümlerinde de bize, tarihimizi sevdirmiş bir fikir adamıdır. Şiirle düşünce, çiçek-arı-bal birleşimi halinde onda belirginleşir., Milletini seven ve sevgisini böylesine mükemmel bir biçimde terennüm eden Yahya Kemal; İstanbul, aşk, milliyetimiz, sanatımız, tarihimiz, vatanımız konuşuldukça; nesiller tarafından daima hatırlanacaktır.

                                            Mes’uddur o insan ki yaşar hatıralarla,

                                           İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar.

                Bugün betonların ve zevksiz mimarinin ayakları altına düşmüş, her tarafı birbirine benzeyen İstanbul’da; Eyüp, Üsküdar, Boğaziçi semtleri, yeryüzünde görülmüş semtlerin en güzelleriydi. Bir semtten diğerine geçerken bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş gibi, bir başkalık hissedilirdi. Yahya Kemal’in yurt dışında bulunduğu zamanlarda ve içinde yaşarken İstanbul’a hasreti, hayranlığı hiç bitmemiştir.

                “Eylül Sonu” şiirinde bu güzelliklerden ayrılmak korkusu onu harap eder.

                                               Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;

                                               Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor.

                                               Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile,

                                               Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.

                  Şiirlerinde ölümü en vurucu mısralarla anlatan Yahya Kemal, 1 Kasım 1958’de rahmet-i rahmana kavuşmuştur. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.

                      ………………

                                               Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya,

                                               Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya.

                                               Duymaz o anda taş gibi kalbinde bir sızı;

                                               Farketmez anne toprak ölüm maceramızı.

                                               ………………

                                               Bu halka vakfedecek milk-ü malimiz yoktur,

                                               Beş on gazelle bu kalb-i harabdan başka.

                Yahya Kemal’in, ızdırap gecelerinde yazdığı şu beyit, vefatından sonra bulunmuştur.

                                                Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin,

                                               Bir çare yok mudur buna Rabbülalemin…

                Asude bahar ülkesinde, serin serviler altında yatan büyük şairimizin ruhuna Fatihalar gönderiyoruz…

                Kaynakça: Ahmet Kabaklı, Sohbetler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul,1987. / Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1979. / Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1975. / Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 1975.

               

               

                              

       





FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

Henüz anket oluşturulmamış.
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI