Bugun...


Şaban KUMCU

facebook-paylas
Varsın seni ömrünce azabın kolu sarsın Şair ! Sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın...!
Tarih: 27-03-2022 14:48:00 Güncelleme: 08-04-2022 00:22:00


“…Her dudakta aynı rezil şikâyet; yaşanmaz bu memlekette…! Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmaz hale getirenlerdir…” Cemil Meriç

                                    Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken,

                                     Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz.

                                    Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken,

                                    Sana uğurlar olsun…Ayrılıyor yolumuz

            Faruk Nafiz Çamlıbel, Batı medeniyet ve sanatının hayranlarıyla, Anadolu’yu yeni bir ilham kaynağı olarak değerlendirenler arasında bir karşılaştırma yapar. Kendi kaynaklarından beslenmek istemeyen ve kendi değerlerini beğenmeyenlere “sanat” şiiriyle cevap verir. Her şeyin en iyisinin Batı’dan geleceğine inanan ve gülünç bir taklitçilikle yetinmeyi tercih eden sanat anlayışına karşı çıkar. Sanatçı milletini tanımalı ve halkına güvenmelidir. Yahya Kemal Eğil Dağlar kitabında; yüz elli yıldır devam eden, aydınlarımızın kendini küçük görme hastalığıyla ilgili bir hikâye anlatır.

            “Anadolu’nun işgal edildiği yıllarda Aydın bağlarında, asmaları hasta eden zararlı bir böcek ortaya çıkar. Kütükler hastalanır, üzüm ticareti tehlikeye düşer. O sıralarda İzmir’e bir yabancı gelir. Valiye; zararlı böcekler konusunda “uzman” olduğunu söyler. Yanında hükümetin resmi tavsiye belgesi de vardır. Bu ziyaretçi; elinde bir mikroskopla bağlara girer, kütükleri muayene etmeye başlar.  Mikroskobu kütüklerin yapraklarına her tutuşunda, bağcılar; asma yapraklarında kurtların kaynaştığını görürler. Adam durup dinlenmeden binlerce kütüğü hasta gösterir ve yakılmalarını emreder. Bağcılar gözlerinin önünde sağlam zannettikleri kütüklerin yakıldığını görünce telaşa düşerler. Şikâyete başlasalar; böcek uzmanı hemen mikroskobu asma kütüklerinin yapraklarına tutar; yapraklarda kaynaşan kurtları, bağcılara bir daha gösterir. Nihayet bir gün zeki köylülerden biri mikroskobu elinden çekip alır ve adamın suratına tutar. Bakar ki adamın suratında kurtlar kaynaşıyor. Böylece herifin maksadı anlaşılır. Böcek uzmanı olduğunu söyleyen bu kişi aslında, hastalığı bulmaya değil, İzmir bağlarının kütüklerini yakmaya ve İzmir’in üzüm ticaretini mahvetmeye memur edilmiştir.

            Senelerden beri Anadolu insanını hor gören, kendi aşağılık komplekslerini yazıya döküp, sözler söyleyen, esrarengiz melun bir el; böyle sahte bir mikroskobu milletimizin yüzüne tutup, milli cevherlerimiz hakkında bizi şüpheye düşürüyor. Milli şuuru tam gelişmemiş bu milletin nice çocukları da mayalarındaki cevherden şüphelenip, yabancı kültürlerin etkisi altında kalıyorlar. Gözleri bulandı. O gözler milletimize baktıkça onda bir kabiliyet göremedi. Filan mimar ecnebidir (yabancıdır) dense el üstünde tuttular, Türk’tür dense tereddüt ettiler, beğenmediler. Yeteneği herkes tarafından kabul edilen bir değerimizi veya onun bir eserini, kendimize değil de yabancılara layık gördüler.

            . Bu, aşağılık duygusu nereden geliyor…? Ortada büyük bir vatan büyük bir millet büyük bir devlet var! O vatanda bir medeniyet var. O medeniyetin şiiri, musikisi, mimarisi bin türlü sanatı, fatihleri, serdarları, mimarları, bestekarları var… Fransız kültürüne sahip her fert Fransız olduğu gibi, Türk kültürüne sahip olan her fertte Türk’tür. Her kültür gibi Türk kültürü de kişilerden daha güçlüdür. İçine aldığı şahıslara kendi ruhunu ve kendi şeklini verir. Mimar Sinan’ın babasının kim olduğunu düşünmeyiz bile; adı Abdullah’tır. Evliya Çelebi kafiyeli olsun diye “Sinan bir Abdülmennandır”, demiştir. Süleymaniye’ye bakınız: Onda İslam’dan ve Türk’ten başka bir iz görebilir misiniz…?”

                Anadolu’ya bakış tarzında İstanbullu olmanın da etkisi de vardır. İstanbul ile Anadolu her bakımdan birbirinden farklı manzaralar arz eder. İstanbul, eşi bulunmaz güzellikleri, ihtişamlı abideleri, zengin ve değişik yaşama biçimleriyle kendi içine kapalı bir hayat sürmektedir. Divan şiirinden Tanzimat’a, Servet-i Funun’dan, Cumhuriyet dönemine kadar Türk edebiyatının memleket gerçekleriyle pek ilgisi yoktur. Fakat Cumhuriyet döneminde Anadolu’yu anlatan yüzlerce şiir, hikâye, roman, piyes ve deneme yazılmıştır.

                                    Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur,

                                    Sinem özüm ateş ile doludur.

                                    ……………..

                                    Yürüyordum: Ağlıyordu ırmaklar,

                                    Yürüyordum: Düşüyordu yapraklar;

                                    ………………

                                    Biz o şiiri isteriz ki çifte giden babalar,

                                    Eken biçen genç kızlarla odun kesen analar,

                                    Yanık sesin dinlerlerken gözyaşlarını silsinler,

                                    Başlarını açık beyaz sinesine koysunlar;

                                    Yüreğimin özleri için çırpındığın duysunlar,

                                    Bu çarpıntı, bu ses nedir? Ne diyor? Bilsinler.

            1.Dünya Savaşı’nda İmparatorluğun yıkılması, Türkiye’nin düşmanlar tarafından işgal edilmesi, aydınların dikkatini Anadolu’ya çevirir. Savaş kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra, Anadolu’ya giden aydınlar, orada şimdiye kadar unuttukları veya tam farkında olmadıkları, acı gerçeklerle karşılaşırlar. Çıplak bozkır, fakir ve zavallı Türk köylüsü… Bu karşılaşma onlarda bir şok tesiri uyandırır.

                                    El gibi dolaşma Anadolu’nda,

                                    Arkadaş yurdunu içinden tanı 

            Mehmet Emin Yurdakul’un bu şiirleri ruhlarda fırtınalar kopardı. Şiir anlayışları asla Mehmet Emin Yurdakul’a benzemeyen şairlerimiz, -Ahmet Haşim, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret- bu yeni sesle ürperdiler ve duygulandılar. Mehmet Emin’in esas gayesi; şahsi hayat tecrübesini anlatmak veya güzel bir şiir yazmak değildi. Anadolu’ya kayıtsız kalan İstanbul aydınlarının dikkatini çekmek ve onları uyandırmaktır. Faruk Nafiz Çamlıbel de Anadolu coğrafyası ve insanıyla, onun ızdıraplarından bahseden şiirler yazar ve Mehmet Emin’e cevap verir.

                                              Bizim Memleket                       

                                    İçinden tanırım ben o elleri,                        

                                     Onlar ki zahirde viran olurlar,                      

                                    Ardıçlı dağları, çamlı belleri,                        

                                    Aşanlar Şirin’e hayran olurlar.

 

                                             Çoban Çeşmesi

                                    Derinden derine ırmaklar ağlar,                  

                                    Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,                    

                                    Ey suyun sesinden anlayan bağlar,              

                                    Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi                

                                    ………………

                                    Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,            

                                    Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda,                         

                                    Ateşten kızaran bir gül arar da,                    

                                    Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi.            

                                    Dökülür köpüklü sular yarından,

                                    Baharlar çıkarır kışın karından,

                                    İçenler sihirli pınarlarından,

                                    Şöyle bir silkinir, ceylan olurlar!

                                    O zaman başından aşkındı derdi,

                                    Mermeri oyardı, taşı delerdi,

                                    Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,

                                    Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi.

                                    Ne şair yaş döker ne aşık ağlar

                                    Tarihe karıştı eski sevdalar,

                                    Beyhude seslenir, beyhude çağlar,

                                    Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi.

            Faruk Nafiz, 1923 yılında edebiyat öğretmeni olarak Kayseri Lisesi’ne tayin edilir. Ulaşım vasıtalarının çok az olduğu bu yıllarda, bir at arabasıyla, Ulukışla’dan Kayseri’ye üç gün süren, uzun bir yolculuk yapar. Bu ağır tempolu yolculuk ona, en ufak teferruata varıncaya kadar, manzarayı görüp tasvir etme, hem de duygularını yoklama imkânı verir. Son derece gerçekçidir.

            Memleket edebiyatının en önemli yönü birbirinden çok ayrı görünen halk ile aydının birbirine yaklaşmalarıdır. Aydın, aydın olduğu için halka yaklaşmak, onu tanımak mecburiyetindedir. Yakup Kadri’nin büyük akisler uyandıran romanı “Yaban ’da aydınlarımız; görevlerini yerine getirmedikleri için, en acı şekilde suçlanmışlardır. Faruk Nafiz “Şair” şiirinde, bu temayı güçlü bir biçimde işler…

                                    ……………………

                                    Varsın seni ömrünce azabın kolu sarsın,

                                    Şair! Sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın…!

            Topraklarımızın işgal edildiği “mütareke” döneminde tarihi ve sosyal şartların da tesiriyle pek çok gurbet şiiri yazılmıştır. Faruk Nafiz’de bu şiirinde bir sahil köyünü tasvir eder. Manzara gayet güzeldir fakat şair, yine de içinde bir gurbet duygusu hissetmektedir.

                                                          Gurbet

                                    Bu köy ıssız bir diyar münzeviler beldesi…

                                    Kayalardan yükselen coşkun bir kaval sesi,

                                    Sahilleri kaplayan bir gümüşten buğudur.

                                    Gözlerimin daldığı ufuk bu engin sudur:

                                    …………….

                                    Burda garip ruhumun söndü bütün hevesi;

                                     Bu köy ıssız bir diyar, münzeviler beldesi.

            İstanbul çevresinin doğurduğu ve beslediği ideolojiler, hayaller, ütopiler vardır. Bu durum, İstanbul’da yaşayan Türk edebiyatçılarının, Anadolu’yu ve Anadolu insanını görmelerine, tanımalarına engel olmuştur. İstanbullular Anadolu için, hüzünlü hatta trajik bir mana taşıyan “taşra” (dışarı) kelimesini kullanır. Han Duvarları şiiri işte bu dönüş esnasında yazılmıştır. Bu bakımdan o, tarihi ve temsili bir değer taşır.

             Han Duvarları şiirinde; Anadolu gerçeğiyle ilk karşılaşmanın, İstanbullu bir şairin üzerinde bıraktığı yansımaları görürüz.  Gözlemleri onda bir hayal kırıklığı meydana getirmez. Bizzat yaşadığı Anadolu coğrafyası ve çaresizliklerine şahit olduğu suskun Anadolu insanı, onda büyük değişimler meydana getirir. Şair, Anadolu halkının şiirle ortaya koyduğu acıklı duyguları, (lirizmi) kendi şiiriyle kaynaştırmıştır. Bundan dolayı Han Duvarları şiiri, Millî Mücadele yıllarında İstanbullu aydınlarla, Anadolu halkının kaynaşmasına vesile olmuş ve çok sevilmiştir.

                                                   Han Duvarları

                                    Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

                                    Bir dakika araba yerinde durakladı.

                                    ……………….

                                    Gidiyorum gurbeti gönlümle duya duya,

                                    Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.

                                    İlk sevgiye benzeyen, ilk acı, ilk ayrılık!

                                    Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık.

                                    Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı,

                                    Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,

                Han Duvarları şiirinin başından sonuna kadar “gurbet” duygusu hakimdir. Hayatında ilk defa gurbete çıkan ve ilk defa yabancı bir alemle karşılaşan şairin gurbet duygusunu hissetmesi tabiidir. Anadolu coğrafyası ve insanı başka şairlerde de başka duygular uyandırmıştır. Gurbet duygusunun asıl kaynağı, dışarıdan ziyade Faruk Nafiz’in içindedir.

                Han Duvarları şiirinde şair daha çok dış dünya ile iç içedir. Handa toplanan yolcular, bu coğrafyayı adeta kendi varlıklarında taşırlar. Gurbet onların içlerine sinmiş ve çehrelerine damgasını basmıştır.

                                    …………….

                                    Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya,

                                    Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya,

                                    Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,

                                    Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.

            Anadolu coğrafyası ile Anadolu insanı arasında derin bir ilişki vardır. Dış alemin boşluğu ve sertliği bu insanları kendi içlerine itmiş ve adeta bir derviş yapmıştır. Halk edebiyatında görülen yakıcı duygular tasavvuf edebiyatında da en güzel ifadesini bulur. Derunilik ve saadeti manevi alemde arama isteği, bu coğrafyanın eseridir. Aynı coğrafyanın buna tamamıyla zıt görünen başka bir etkisi de kahramanlık duygusudur. Kahramanlık da ilahi aşk gibi asli kuvveti kendi benliğinde bulmak değil midir?  Dış alem tarafından reddedilen insan, dayanak noktasını ya ilahi bir varlıkta yahut da kendi içinde arar. Anadolu coğrafyası yüzyıllar boyunca iki insan tipi meydana getirmiştir; Veliler ve Kahramanlar…

                                                ………………

                                   Uykuya varmak için bu hazin günde erken,

                                    Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken,

                                    Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;

                                    Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı!

                                    ………………

                                    On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan,

                                    Baba ocağından yar kucağından,

                                    Bir çiçek dermeden sevgi bağından,

                                    Huduttan hududa atılmışım ben.

                                    ……………….

                                    Altında bir tarih: Sekiz mart otuz yedi…

                                    Gözüm imza yerinde başka bir ad görmedi.

                                    Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş!

                                    Ne hudut kaldı bugün ne askerlik ne savaş;

            Han Duvarları şiirinde Anadolu insanını temsil eden asıl şahıs, Maraşlı Şeyhoğlu’dur. Onun hayatına hâkim olan duygu gurbet duygusudur. Fakat bu duygu, coğrafyadan ziyade sosyal durumlarla ilgilidir. Maraşlı Şeyhoğlu; sürekli savaşlar dolayısıyla on yıldır, Kınadağı’ndan baba ocağından ve yar kucağından uzak kalmıştır. Coğrafya kadar savaşlarda, Anadolu insanının kaderinde ve duygularının oluşmasında önemli rol oynamıştır. Şeyhoğlu’nun yazdığı düşünülen “koşma”, asıl şiirden hem vezin hem şekil hem de içerik bakımından farklıdır. Bu fark şehirli şairle, halk şairi, arasındaki farklılıklar gibidir. Şehirli şairin, Anadolu coğrafyası ve insanı karşısındaki tavrı, pasif bir seyirci tavrıdır. O bu aleme sadece gözleriyle katılır, manzaraya dışarıdan bakar. Tarafsız ve gerçekçi olmasının sebebi, karşısında bulunduğu dünyaya yabancı olmasıdır.

……………..

             Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,

             Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri,

              Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,

Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;

 

Gönlümü çekse de yârin hayali,

Aşmaya kudretim yetmez cibali,

Yolcuyum bir kuru yaprak misali,

Rüzgârın önüne katılmışım ben.

………………

Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,

Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.

Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,

Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

 

Garibim namıma Kerem diyorlar,

Aslı’mı el almış haram diyorlar,

Hastayım derdime verem diyorlar,

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben.

………………

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında,

 Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı,

Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!

                Maraşlı Şeyhoğlu, Anadolu coğrafyası ve tarihiyle birleşmiş onun bir parçası haline gelmiştir. O, bu coğrafyanın ruhudur. İçinde yaşadığı dünya onun için seyredilen bir manzara değil, kendi hayatına karışan ve kaderini tayin eden acıklı bir unsurdur. Kendi acıları içine gömülmüş olan insan, dış dünyayı bir tablo gibi seyredemez. Şiirinde asli unsur coğrafya değil, bütün bir hayattır. Bu hayata hâkim olan duyguysa, acı ve ızdıraptır. O vatan müdafaası için huduttan hududa koşan köylü Mehmetçiktir. Cumhuriyet devrinden önce Anadolu halkını mahveden, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Harbi, İstiklal Mücadelesi… Şeyhoğlu’nu bir kuru yaprak misali rüzgârın önüne katmış, oradan oraya sürüklemiş, takatsiz bırakmıştır. Onu asıl üzen, on yıl süren savaş değil pek çok Mehmetçiğin başına geldiği gibi, o, vatan müdafaası için savaşırken, köyünde kalan Aslı’sını başkaları almıştır. Bunun haberi Maraşlı Şeyhoğlu’nu verem etmiştir.

 

                                    Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu,

                                    “Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu”,

                                    Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,

                                    Dedi:

                                     “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende”,

                                    Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,

                                    Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…

                                    Gönlümü Maraşlının yaktı kara haberi.

                                    ………………

                                    Aradan yıllar geçti, işte o günden beri,

                                    Ne zaman yolda bir han görsem irkilirim,

                                    Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim

                                    Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,

                                    Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!

                                    Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,

                                    Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!...

 

            Atatürk devrinin ünlü şairi Faruk Nafiz Çamlıbel, ömrünün olgun dönemlerinde Yassıada’ya sürgüne gönderildi. Hapse atılmak ve idamla yargılanmak, sanatçıları, düşüncelerini söylemekten alıkoymadı. Hapishane yıllarında duygularını rubailerle ifade etti.

 

                                    Bilmiyor gülmeyi sakinlerinin binde biri;

                                    Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada.

                                    Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;

                                    Mavi bir gözde elem katrasıdır Yassıada.

                                    Sardı katil gece dünyayı siyah bir kefene;

                                    Bir emel yıldızı göz kırpıyor ancak aradan.

                                    Merdi, namerdi, cüzamlar gibi terk etti bizi;

                                    Bizi yalnız bırakıp gitmedi yalnız Yaradan.

 

            Faruk Nafiz Çamlıbel, 1898’de İstanbul’da doğdu. Bir süre tıp fakültesinde okudu. Öğretmenlik, gazetecilik, milletvekilliği yaptı. Şiir kitapları, tiyatro eserleri ve romanları vardır. Çeşitli gazete ve dergilerde makale, sohbet, fıkra türünde yazılar yazdı. 1973 yılında vefat etti. Şiirleri dillerden düşmeyen, Türkçemizin unutulmaz şairinin, ruhuna Fatihalar gönderiyoruz.

 

 Kaynakça: Şiir Tahlilleri, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, Dergâh Yayınları, 1975.- Faruk Nafiz Çamlıbel, Prof. Dr. İnci Enginün, Dergi Park. Eğil Dağlar, Yahya Kemal Beyatlı, 1000 Temel Eser, Milli Eğitim Basımevi,1970.          

 





FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

Henüz anket oluşturulmamış.
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI